Sen nesin biliyor musun?

Hani 50’lerin Amerika’sında bir akşamdı…  Sinemada gösterilen propaganda bülteninde devletin ‘tescilli komünist’ diye yaftalamasından etkilenip Dalton Trumbo’ya “Hain” diye bağıran adam vardı ya, işte sen osun! Çocuklarının yanında Trumbo’nun suratına kahveyi fırlatmıştın hani, kendinle gurur duyarak…

Hayır hayır, tam olarak o da değilsin.

Biraz naif kaçtı.

Sen o kadar yumuşak olamazsın.

Dur, sana kim olduğunu ya da ne olduğunu daha iyi, daha teferruatlı anlatayım.

***

Hani 1930’ların Almanya’sında, “Hitler Almanya için; bütün Almanya Hitler için” diye slogan atıyordun. Fabrikada işçi, barda pinekleyen işsiz, hastanede hemşire, uçakta pilottun. Wilhelm Reich’ın “Dinle Küçük Adam” diye hitap ettiklerindendin. Hani, “Sana kişisel özgürlük değil ulusal özgürlük vaat ediyorlar. Sana insani öz saygı değil, ulusal büyüklük vaat ediyorlar. ‘Ulusal özgürlük’ ve ‘devletin çıkarları’ ifadeleri bir kemiğin bir köpeğin ağzını sulandırdığı gibi senin ağzını sulandırıyor ve sen onları alkışlıyorsun (…) Bütün maskeleri düştüğü halde senin efendilerin senin tarafından yükseltildiler, senin tarafından beslendiler.” dediklerinden…

***

Hani biricik Führer’inin ‘İradenin Zaferi’ konuşmasını dinlerken sanki gökten Mesih gelmiş de onu dinliyormuşsun gibi sorgusuz-sualsizdin ya, ‘sağlam irade’ idi hani… Çünkü duymak istediklerini söylüyordu ne de olsa. Önüne attığı iç düşmanı parçalaman karşılığında sana milli haysiyet, daha çok yağma ve oturulacak daha yüksek koltuklar vaad ediyordu. Bunun karşılığında, komşuların birer birer evlerinden alınıp götürüldüğünde sesini çıkarmıyordun, “Führer en nihayet toplumsal güvenliğimizi sağlayacak” diye minnet duyuyordun.

O gün için sen “İşin en başında komünistler ve sosyal demokratlar alındı. Bu bizi hiç düşündürmedi. Nihayetinde komünistti onlar, halk düşmanıydılar.” diye demeç veren o sıradan Alman’dın. “Führer doğru olanı yapıyordur” diye rahattın nasılsa.

Sonra sen Bayan Lotte Kaiser oldun. Tarihlerden 15 Mayıs 1938’di. Bir anneler günüydü. Hitler’e el yapımı bir tebrik kartı göndermiş ve üzerine “Adolf’un kutsal anne ve babasına, Führer’imizi doğurdukları için anlatılamayacak derecede büyük teşekkürler…” yazmıştın. Kelimelerle anlatamıyordun coşkunu…

Carl Bauer oldun, Hitler için şiirler yazdın. Zaman geldi, Bayan Bertha Over oldun, “Nazizm’in Amentüsü”nü kaleme aldın. Hitler’e bir mektup yazıp “Allah’ın seçilmiş oğlu” diye hitap ettin. Onun, Almanları, Yahudiler, din adamları ve hanedan mensupları gibi ‘engerek yılanlarından’ kurtarması için yalvardın. Sevginin ve itimadının sınırı yoktu.

***

Bazıları “Hitler, onları hipnotize etmişti” diyor ya, hayır bu doğru değildi. Bunu en iyi sen biliyordun. Sen zaten hipnoz edilmeye ihtiyaç duymayacak kadar motiveydin kötülüğe. Fıtratında vardı. Hani ‘süte karışmış pis su’ misali Yahudileri çoluğuna çocuğuna varıncaya kadar ‘moleküllerine ayırırken’ Führer’in, bir büyüklük öforisi ile nasıl da çılgınca alkışlıyordun. “Daha yap! Daha fazlasını yap!” diye tempo tutuyordun, öyle değil mi? O imha kamplarına götürülenler mahallede komşun, sınıfta arkadaşın, okulda öğretmenin, çarşıda esnafın, dairede meslektaşındı; ama olsun, artık hepsi birer ‘hain’di. Führer’in öyle diyordu çünkü. Baban bile olsa, evladın bile olsa farketmezdi, ihbar ederdin. “Çocuğu değil, devleti koruma dönemi” idi.

Stanislaus Jaros oldun mesela. Hitler’e, “Almanya söz konusu olduğunda ve siz, liderim, beni çağırdığınızda ben, babam gibi, hayatımı feda etmeye hazırım” diye sadakat mektupları yazıyordun.

Bir çocukken Şabat’ta Yahudilere iş yaparak para kazanan Anthony Sawoniuk’tun. Sonra büyüdün. Führer’in, “Bunlar virüs, kanser hücresi, terörist” dedi, koşa koşa gidip polise gönüllü yazıldın. 20 Eylül 1942 günü idi. 3 bin Yahudi öldürüldü. O gün sen, kaçmaya çalışan Yahudileri kovalayan arama-öldürme polis ekiplerine önderlik yapıyordun. En öndeydin…

Keza, Hemşire Hermine Braunsteiner’din. Hırslarını doyuramıyordun. Daha yüksek ücretli diye Ravensbrück’teki kadın toplama kampında işe girdin. Daha sonra Polonya’daki Majdanek kampına atandın. Görevin, gaz odalarına gönderilecek olan Yahudi kadın ve çocuklarını seçmekti. “Nasıl olsa bunlar da büyüyence terörist olacak, nesine acıyacağım” diyordun.

Bir de T4 operasyonları vardı, bilirsin. 1940 yılı idi. Zihinsel veya fiziksel engelli 70 bin Alman ve Avusturyalı’nın öldürülmesi operasyonuna verilen kod adıydı bu. 14 bin kişinin öldürüldüğü bir psikiyatri hastanesinde kurbanlara ölümcül enjeksiyonlar yapan baş hemşire Irmgard Huber’din sen.

Ve de içini bir türlü soğutamayan Maximillian Grabner’dın, “Ailemin hürmetine yaklaşık 3 milyon insanın (Yahudi’nin) öldürülmesinde rol aldım” diyen.

***

Sen, Sineklerin Tanrısı’ndaki Roger’sın. Aslında tabiatında hep var olan canavarı serbest bırakabilmek için bir ıssız ada bekliyordun. Yaptıklarından hiç bir şekilde sorumlu tutulmayacağın… Bir de sana reislik edecek bir Jack lazımdı. O sana et verecekti, mızrak verecekti, güç verecekti, krallık vaad edecek, önünü açacaktı. Bunları elde ettiğinde doymuyordun taze insan yavrusu kanına. Daha fazlasını, daha fazlasını istiyordun. Nasıldı o marşınız: “Canavarı gebert! Gırtlağını kes! Kanını dök!” Hah işte, yüzünde boyalarla öyle bağırıyordun işte.

***

Sanma ki sadece 1930’ların, 40’ların Almanya’sında, Sovyetler’inde, Çin’inde kaldın sen. Hayır. Sen insan oğlu doğalı beri varsın. ‘Kötülük’ sen varsın diye ‘sıradan’ zaten. Beyninin ilkel yanıyla, kendi kötücül sıradanlığında işledin bütün cinayetleri. Sayende ‘yaratıcı kötülük’, ‘müşterek kötülük’ diye kavramlarla tanıştı evren. Bu konuda sınırın yoktu çünkü.

90’ların Ruanda’sında elinde palayla gördük seni misal. Albuert Bandura’nın bahsettiği ‘ahlaki çözülme’nin ne olduğunu sende çok iyi anladık. Hani vitesin boşa alınması gibi, bütün vicdani ve ahlaki değerlerin çözülüp gitmesini yani… Eline satırı almış, daha dün sohbet ettiğin, çocuklarını oynasınlar diye evlerine gönderdiğin aileyi çatır çatır doğruyordun. Sırf Tutsi oldukları için. Sırf hükümetin onları ‘insandışılaştırdığı’ ve ‘hain’ diye yaftaladığı için. Sırf senin “Hakettiler” diyerek onların üzerine saldırmanı istedikleri için.

***

3 ayda 800 bin ila 1 milyon arasında Tutsi, bizzat kapı komşuları tarafından palalarla doğranırken sen de hükümetinin kölesi bir katil olarak hışımla indiriyordun satırını. Daha sonra adını bile vermekten çekinerek bir röportaj verecek ve “Katliamın en kötü yanı kendi komşumu öldürmekti. Birlikte yer içerdik, onun sürüsü benim otlağımda gezinirdi. Akraba gibiydik.” diyecektin utanmadan. Çünkü o zaman devletinin propaganda makinesi, topyekun Tutsileri ‘şeytan’, ‘hamamböcekleri’, ‘bünyeden sökülüp atılması gereken bir ur’ olarak tanımlamıştı. Seni de buna inandırmıştı. Tutsilerin eskiden beri daha eğitimli olmaları, bürokraside daha iyi yerlere gelmiş olmasının verdiği hasetle de kolaylıkla benimsemiştin bu ‘şeytan etkisi’ni.

Sen aynı zamanda, kapı komşusunun çocuklarını nasıl ölümüne dövdüğünü anlatan o Hutulu anne idin. “Hükümetimizden biri gelip bana ve kocama Tutsilerin düşman olduğunu söyledi. Bu tehditten korunabilmemiz için bana çivili bir odun, kocama da bir pala verdi. Bu çocukların katledilmesi, aileleri çoktan öldürülüp çaresiz öksüzler olarak kalmış olan bu çocuklara yapılan bir iyilikti” diyebilmiştin. Ne de olsa bu çocuklar büyüyünce birer ‘terörist’ olacaktı, değil mi?

***

Hükümetin ne kadar da akıllıydı. Zulmü, vahşeti, katliamları sokağa indirerek, her bir Hutu’yu birer Tutsi katili yaparak bir tür ‘suç ortaklığı’, cinayetle sağlanan bir tür ‘yoldaşlık’ bağı üretmişti.

Hani Fransız gazeteci Jean Hatzfeld, soykırımın ardından hapse giren siz katillerin 14’üyle röportajlar yapmıştı. Çoğunuz çiftçiydi. Biriniz de eski öğretmen. Yine çoğunuz aktif kilise mensupları olarak ‘dindar’ kişilerdiniz.

Hatzfeld’in “A Time for Machetes: The Rwandan Genocide – The Killers Speak” (Palalar Zamanı: Ruanda Soykırımı – Katiller Konuşuyor) isimli kitapta topladığı bu röportajlardan birinde, “Açıkça itiraf etmeliyim ki öldürdüğüm ilk iyi adamdan sonuncusuna kadar hiçbirinde üzüntü duymamıştım.” diyordu bir katil. İşte sen osun. Limbik sistemden yoksun, duygudan arınmış, safi bir kötülük olarak karşımızdaydın. Elinde bu kez palayla…

“Bizler tanıdıklarını, komşularını kesenlerdik. Bizler planlı kesicilerdik” diyordun bir başka isim altında. Biliyorduk. Çok iyi tanıyorduk seni.

Yine bir başka katil olarak şunları itiraf ediyordun Fransız gazeteciye: “Tutsili komşularımızın suçlu olmadıklarını, yanlış bir şey yapmadıklarını biliyorduk. Fakat süregelen bütün sıkıntılarımız için tüm Tutsileri suçladık. Onları artık eskiden oldukları gibi bireyler, hatta çalışma arkadaşları gibi bile görmüyorduk. Hep birlikte yaşadığımız tüm tehlikelerden daha büyük bir tehdit unsuruna dönüşmüşlerdi.”

Biliyorduk. Bunu da çok iyi biliyorduk. Ve sen de biliyordun…

***

Katliamlardan sağ kurtulan Berthe Mwanankabani isimli bir kadın var, bildin mi? “Artık biliyorum ki birlikte yemek yediğiniz, birlikte yattığınız kişi bile hiç zorluk çekmeden sizi öldürebilir. Ben soykırımdan beri şunu öğrendim: Komşunuz sizi dişleriyle bile öldürebilir; bu yüzden dünyaya artık aynı gözle bakmam imkansız” diyordu senin için. İşte sen, dişlerini komşusunun etine geçiren o yamyamsın.

‘Şeytan Etkisi’nin yazarı, ünlü sosyal psikolog Philip Zimbardo diyor ki senin için, “İfadelerindeki ve tasavvuru imkânsız vahşeti anlatışlarındaki soğukkanlılık ve acımasızlık insanın kanını donduruyor. İnsanlar akılsız bir ideoloji uğruna, karizmatik liderleri körü körüne takip edip onların ‘düşman’ olarak etiketledikleri herkesi yıkıma uğratma adına harfiyen emirlerini uygulayarak insanlıklarını tamamen geride bırakabilirler.”

… Ve bıraktın da nitekim!

***

Senin yüzünden bütün düşünürler, “Nazilerin soykırımına benzer bir trajedi bir daha yaşanabilir mi?” sorusuna kayıtsız şartsız, “Evet, daima” cevabını veriyor. “Herhangi bir zamanda, her hangi bir yerde tekerrür edebilir” diyorlar. Ve hep haklı çıkıyorlar. Bunu, yaptığı katliamlardan pişman olmayan eski Nazi Adolf Eichmann’ın ifadelerinde de, Milgram Deneyi’nde de, Zimbardo’nun Stanford Hapishane Deneyi’nde de, Hiroşima’ya atom bombasını atıp binlerce insanı öldüren ve bir o kadarını da sakat bırakan Amerikalı pilot Albay Paul Tibbets’in, “Vicdanım temiz, geceleri rahat uyuyorum. Bir daha olsa bir daha yaparım” şeklindeki cümlelerinde de teyid ettik.
1940’larda Hitler’in psikopatolojisini masaya yatıran Amerikalı psikanalist Walter Charles Langer, “Bir deli olarak yalnız Hitler yaratmamıştı Alman çılgınlığını; bu çılgınlık da Hitler’i yaratmıştı. Alman halkının bir ‘önder’e bu denli kolaylıkla boyun eğmeye istekli görünüşü, Almanlar’ın büyük bölümünün Hitler’in ruh durumunda olduğunu gösterir.” tespiti aynı zamanda senin de sağlık raporundur.

***

Ama şurasını iyi dinle ‘küçük adam’: Tarihlerden 16 Nisan 1945’ti… Hitler’in intiharına sadece 2 hafta vardı. Rejimin son günleriydi. Son pişmanlığın fayda etmeyeceği günler… Amerikalı askerler, Almanya Buchenwald toplama kampına 1200 sivil Almanı getirmişti. Bunlar; sen ve senin gibilerdi. Burası çok da ünlü olmayan bir toplama kampıydı. Fakat kurbanların tamamı, o 1200 insanın eski komşularıydı. ‘Ziyaretin’ amacı, Hitler faşizminin uyguladığı vahşeti, bizzat destekçilerine kendi gözleriyle göstermekti. “Bakın, neye mal oldunuz” dedirtmekti. Kampta, 80 bin Yahudi’den geriye sadece 20 bini kalmıştı. Etrafta, insan etlerinden yapılmış teşhir eşyaları vardı. Bu manzara karşısında ‘ziyaretçiler’ gözyaşlarını tutamıyor, bazıları bayılıyordu. Buna sebep olanlar kendileriydi çünkü. Yıllarca o Führer’i bir peygamber gibi alkışlayarak yaptığı her türlü kırıma, katliama, zulme destek vermişlerdi.

***

Ama sen buna rağmen hiç değişmedin. Hiç ders almadın. Elindeki cep telefonunu palalar, zehirli enjektörler, gaz vanaları, tabancalar gibi kullanmaya devam ettin. Hiç bir kötülüğünü görmediğin komşunu ihbar ediyordun. Çocuklarını emanet ettiğin öğretmenlerin açlığa mahkum olması, Meriç’te çoluk çocuk boğulup can vermesi karşısında haz alıyordun. “Bunlar da büyüse terörist olacaklardı zaten, öldükleri iyi olmuş. 2 kişi, 2 kişidir yani. Acımam” diye tweet’ler attın.

“FETÖ tutuklusunun eşi, engelli oğlunu öldürüp intihar etti” haberinin altına “Darısı bütün FETÖ’cülerin başına” yazdın. Elinde pala olsa o çocukları keser, o anneyi doğrardın. Sen tek bir kişi değilsin. Bir ’trol’ ya da ‘troliçe’ de değilsin. Münferit hiç değilsin. Yalnız asla değilsin. Sen bir zihniyetsin. Gerçeksin. “Kundaktaki bebeklerine kadar katli vaciptir” diyen Hüseyin Adalan gibi gazeteci önderlerin var senin.

Bir gün o cezaevleri ya da Meriç kıyısı sana gezdirilir mi; ağlar ya da düşer bayılır mısın bilmiyorum. Ama şundan eminim; kitapların yazılacak cilt cilt. Filmlere konu olacaksın. Belgesellerin çekilecek. Utanmadan röportajlar vereceksin oralara.

Ama senden geriye bir hacil ad, bir kara nam kalacak. O kadar!

TR7/24

http://www.tr724.com/sen-nesin-biliyor-musun/

 

ahmetdonmez.net\\\\\\\'e Patreon ile destek olun..
Become a patron at Patreon!

CEVAP VER

Yorumlarınızı giriniz!
Buraya isminizi giriniz