Yeter, söz kimindir?

Bu seçimler bize ne söyledi?

“Yeter, söz devletindir!” mi?

“Yeter, söz çalanlarındır!” mı?

“Yeter, söz yalanlarındır!” mı?

“Yeter, söz cehaletindir!” mi?

Yoksa “Yeter, söz milletindir!” mi?

Fakat hangi millet?

Gerçekten bir millet mi var Türkiye’de, yoksa bölünmüş toplumlar mı?

Hangisi?

Sandık bize ne söyledi?

Kim “Yeter!” dedi?

Ya da “Yeter!” diyen oldu mu?

 Yoksa birileri “Yetmez!” mi dedi?

“Yetmez, daha fazlası lazım!” mı?

 “Milletin sözü diye bir şey yoktur. Ben ne dersem o olur!” mu?

****

Bu seçimlerin en öne çıkan figürlerinden Sinan Oğan`ın, sık sık, “Politikada hiçbir şey kazayla olmaz. Olmuşsa, öyle planlanmıştır,” sözünü paylaşması ne anlama geliyor?

“Plana sadık kal…” diye kime hitap ediyor?

Plan ne?

Planı yapan kim?

****

Bu sorulara cevap verebilmek için belki de bu son seçimler bize bazı fırsatlar sunuyordur.

Bazı şeyler aslında gözümüzün önünde olmuştur.

Bu görüntüden bazı fotoğrafları alalım.

Hem Cumhur İttifakı hem de Millet İttifakı taraflarına ayrı ayrı bakarak parçaları birleştirelim.

Çünkü belki de sandıklardaki ince mühendislik çalışmaları, ikisini de ortak bir noktada birleştirmiştir.

Mesela 14 Mayıs`taki ilk turun ardından Kılıçdaroğlu`nun, Millet İttifakı`nın ve ortak politikalarının geldiği hale bakalım!

Bir masa kurmuşlardı, “Halil İbrahim Sofrası” diyorlardı; şimdi “Masayı kuran kaldırsın”a döndü iş. 

Kılıçdaroğlu`nun iki tur arasında savrulduğu nokta, bence yeni dönemin ve yeni devletin siyasi inzibat gösterisiydi. 

Grotesk bir terbiye seansıydı.

“Politikada hiçbir şey kazayla olmaz. Olmuşsa, öyle planlanmıştır,” mı demeliyiz?

****

Bu iki turun ardından Türk siyasetinin artık en belirgin gerçeği, masa değil ama “kasa her zaman kazanır” oldu.

Bir kasa var.

Her halükârda o kazanıyor.

Peki o kasa neresi?

Devlet mi?

“Hangi devlet?” sorusunu anlamsız görüyorum artık.

“Derin devlet mi?”, “Görünen devlet mi?”, “Erdoğan devleti mi?..”

Artık çok bir önemi olmadığına sizi temin ederim.

3 kamerayla çekilen 3 ayrı görüntünün üst üste bindirilmesi ve bir kurgu efekti oluşturulması gibi düşünün.

Sahnedeki “bulanıklaşma (out of focus) veya “netleşme (sharp focus) kurguları bizi yanıltmasın.

Üst üste binen görüntüde, çehrelerden biri yavaş yavaş silikleşirken bir diğeri yavaş yavaş netleşebilir. 

Önemi yok.

Tıpkı “Hayvan Çiftliği”nin finalinde, masadaki domuzlarla insanların artık tümüyle birbirine benzemesi ve dışardan bakanların hangilerinin domuz, hangilerinin insan olduğunu anlayamaması gibi…

****

Hobbes`un “ortak varlık”, “devlet” ve “Leviathan”ı aynı anlamda kullanması gibi de düşünebiliriz.

Biz kendi ülkemiz özelinde bu üç eşanlamlı sözcüğe artık bir dördüncüsünü de ekleyebiliriz: Erdoğan.

Leviathan eşittir Erdoğan.

Bir ortak varlık var ve bu varlık adım adım inşa edildi.

O varlığın içinde AKP de var, farklı unsurları ile derin devlet de var, onlara iman etmiş en az yüzde 50`lik bir “millet” de…

Hepsinin üzerinde de tümünü mündemiç Erdoğan var. 

Stalin`in, “Devlet bir ailedir ve ben de babanızım,” demesi gibi…

Ya da Putin`in, Siloviki adı verilen eski Rus istihbarat, güvenlik ve diğer devlet bürokrasisinden “güçlü adamları”,  kendi başkanlığı altında koşturması gibi…

Aralarında görüş ayrılıkları ya da ideolojik farklılıklar olsa da ve hatta kendi içlerinde rekabet etseler de hepsini bir ortak hedef doğrultusunda bir araya getiren bir üst otorite olarak Erdoğan…

Yıllar önce, AKP ve Başbakanlık muhabiri olduğum zaman bir Başbakanlık Müsteşar Yardımcısı bana şöyle demişti: “(Kısa bir zaman öncesine kadar dünyanın en yüksek binası olan) Taipei`nin ortasında bir küre vardır. Binayı dik ve dengede tutan budur. Bir çeşit amortisördür. Sarkaç gibi sallanan ve bu salınım sayesinde 900 katlık binanın çökmesini engelleyen bu küredir. Tayyip Bey de artık Türkiye Cumhuriyeti devleti için o küre gibidir. Farklı farklı güçleri bir araya getirmiş ve tek başına birbirlerine karşıt olacak bu grupları birleştirerek bir bina haline getiren ve dengede tutan bir amortisör olmuştur.”

2012 olmalı…

Yeni bir inşadan, yeni bir anlaşmadan, yeni bir birleşmeden, bir yeni devletten haber veriyordu.

Ortak çıkarlarda bir siyasi birlik… 

Bir çeşit summae potestates (üstün gücü kullananlar)…”

Putinizm-Siloviki ortak varlığını motive eden şey, ‘Büyük Güç Rusya’ ideali idi.

Bu yeni Türk devleti de kendine göre benzer bir büyüklük iddiasının sahibi.

Erdoğan da tıpkı Putin`in Siloviki`lere uyguladığı gibi, bu tür gruplar arasında 

bir tür hakem, bir tür arabulucu, birleştirici, tutkallayıcı bir üst otorite.

****

“Politikada hiçbir şey kazayla olmaz. Olmuşsa, öyle planlanmıştır,” ise eğer…

Burdan bir yere geleceğim.

Ne diyorduk?

14 Mayıs akşamı öyle sonuçlar çıktı ki karşımıza, bunun gerçekten de “milli irade” olduğuna inanmak güçtü.

“Sanki bir simülasyonun içindeyiz” deme sebebim de buydu.

Sanki hassas terazi ile ince bir mühendislik yapılmış gibiydi.

Erdoğan`ın tam yüzde 49,5`ta kalmış olması; hayali seçmenler, mükerrer oylar ve diğer seçim hileleri ile 4-5 puan civarında bir oyun Erdoğan`a kaydırılması; bu sayede, kazanma ihtimali daha yüksek görülen Kemal Kılıçdaroğlu`nun oylarının beklenenden epey az çıkması; bu nedenle büyük bir yıkım yaşayan muhalif seçmenin paralize olması; Sinan Oğan`ın oylarının ilk dakikadan son dakikaya kadar adeta bozuk bir gösterge gibi sabit kalması; dramatik bir düşüş yaşamasına kesin gözüyle bakılan MHP`nin olduğu yerde kalması; bunun da Kürt illerinde MHP`ye verilmiş gibi gösterilen hileli blok oylarla kotarılması bir mühendislik yapıldığı algısını güçlendiren faktörlerdi.  

****

Yeniden Refah Partisi (YRP)`nin Saadet`in yerine ikâme olması ve Hüda-Par`ın artık Güneydoğu` da siyasi bir aktör haline gelmesi seçmen tercihi olabilir belki ama belli partiler ve isimler üzerinden bu kadar çok dizayn görüntüsünün ortaya çıktığı bir seçimde, insan ister istemez buna da kuşku ile yaklaşıyor.

Hele de Hizbullah`ın, zamanında bölgede PKK`ya karşı JİTEM bünyesinde kurulduğu gerçeğini hatırlıyorsanız…

2018`den bu yana Millet İttifakı`nın sac ayaklarından Saadet Partisi ve lideri Karamollaoğlu, YRP ile “terbiye edildi.”

İmamoğlu’na İstanbul`u kazandırdıklarını söyleyerek kendilerine Türk siyasetinde belirleyici rol biçen HDP de “terbiye oldu.”

Oylarında ve milletvekili sayılarındaki azalma, `kilit parti` konumunu kaybetmesi, sonrasında Selahattin Demirtaş`ın partiye sert ama haklı eleştiriler yönelterek aktif politikayı bıraktığını ilan etmesi de bunlara eklenmeli. 

HDP şu an parça parça.

Acaba bunlar da yeni dönem Türk siyasetinin tasarımları mı diye düşünüyorsunuz.

****

19 Mayıs`ta şöyle bir twit atmıştm: 7 Haziran`ın ardından bir baktık; Erdoğan, birbirlerine en ağır hakaretleri ettikleri Bahçeli ile milliyetçi ittifak kurmuş. 14 Mayıs`ın ardından bir baktık; demokrasi, hukuk, barış diyen; HDP`nin desteğini alan Kılıçdaroğlu, Sinan Oğan ve Ümit Özdağ`la ittifak noktasına gelmiş.”

İki seçim, iki sonuç…

Biraz basitleştirelim.

Soru ve cevaplarla ilerleyelim.

Soğuk Savaş dönemi hariç bu devletin iki büyük tehdit algılaması her zaman ne olmuştur?

Bölücülük ve irtica.

Erdoğan`ın ilk iktidarı ile her ikisinde de en yüksek seviyede alarm verildi mi? Verildi.

Bir sürü darbe planları yapıldı mı? Yapıldı.

Bu arada “irtica”dan kastedilen aslında tam olarak neydi? Gülen Cemaati

Bunu süreçlerin mimarları farklı vesilelerle ve farklı tonlarda zaten itiraf ettiler mi? Evet, ettiler.

Devlet, bildik yöntemleri ve bildik kurumları ile bu iki “tehdit”le mücadele edebiliyor muydu?

Hayır.

Ettiğini sanıyordu ama halk desteği olmayınca “zinde kuvvetler” cansız, nefessiz kalıyor ve üstüne üstük “düşman” her defasında güçlenerek geri geliyordu.

Öyleyse buna bir halk desteği eklenmeliydi.

Zaten 90`ların ortasından beri bunu doktrine eden bir akıl vardı.

****

Çok zaman geçmedi, bir baktık her şey tersine dönmüş. 

Erdoğan derin devletle ittifak kurmuş ve bu iki “eski dostu” ile, yani Cemaat ve Kürtlerle ölümcül bir savaşa girmiş.

Gülen Cemaati`ni, tam da yeni ortaklarının dediği gibi, çoluk-çocuğuna varıncaya kadar, ana rahmindeki bebeğine varıncaya kadar biçmiş.

Tam da dedikleri gibi, yediden yetmişe hepsini açlığa mahkum etmiş, çoğuna ülkeyi terkettirmiş, kalanları da hapislere tıkmış…

Diğer taraftan Kürt meselesinde de devletin geleneksel kodlarına dönmüş, resmî söyleme sarılmış ve “Kürt meselesi diye bir şey yoktur”a gelmiş. 

Kendi başlattığı çözüm sürecini bitirmiş, masayı devirmiş, Kürtlerin şehirlerini bombalamış, siyasetçilerini ve gazetecilerini cezaevine atmış, belediyelerine kayyum atamış… 

Yani, “devlet”in yıllardır kırmızı kitaplardan kara kitaplara sığdıramadığı, ama bir türlü tepelerine balyoz gibi de inemediği kim varsa Erdoğan sayesinde demir yumruklarla inmiş üzerlerine. 

“Erdoğan olmasa yapamazdık” diyorlar mı zaten?

Evet, üstüne basa basa.

Konjonktürel bir birliktelik gibi görünse de aslında değil. 

Mecburi bir birliktelik, evet, ama teorik bir arka planı ve yıllarca süren bir hazırlık süreci var. 

****

Bir Jedi şövalyesi olan Anakin SkywalkerDarth Vader`a dönüştüren bir karanlık güçtür bu.

Yahut Gılgamış’ın karanlık tarafını dengelesin ve kötülüklerini engellesin diye Uruk`a gönderilen ikizi Enkidu`yu bir zaman sonra Gılgamış`a dönüştüren ve onunla birlikte ortaklaşa cinayetler işleten bir karanlık.

Derin devlet mi Erdoğan`ı yönetiyor, Erdoğan mı derin devleti yönetiyor tartışmasına ben buradan bakıyorum.

İkisi de birbirine eksikliğini duydugu şeyi verdi, ikisi de birbirinin zayıf tarafını tamamladı ve geri dönüşü olmayan şekilde aynı masada birbirlerine benzeştiler.

Summae potestates

Erdoğan onlara halkı sundu; onlar da Erdoğan`a “güç”ü.

****

Bunu aslında daha sonra bir yazı dizisi ve sonrasında da bir kitap içerisinde derinlemesine kaleme almayı planlıyorum. 

Devlet, derin devletten; derin devlet Ergenekon`dan; Ergenekon Avrasyacılar`dan ibaret değildi; ama bir masada benzeştiler.

Voltran`ı oluşturdular.

Yani o “ortak varlık” hepsini bir araya getirdi.

Güç`ü yenemeyen karanlık taraf, içlerinden güce en çok tamahı olanı devşirdi ve onun etrafında birleşti.

Burada aslolan Anakin Skywalker`ın kendisi değil; o gider, yerine bir başka Jedi, mesela Kylo Ren dönüştürülür ve Darth Vader o olur. 

Çünkü sistem kuruldu artık.

****

Nasıl kuruldu o sistem?

Yine soru-cevap gidelim.

Devlet Bahçeli ile Tayyip Erdoğan`ın 2015 yılına kadar birbirlerine söylediklerini işiten biri, daha sonra birden bire etle tırnak gibi (Bu Bahçeli`nin kendi ifadesi) olabileceklerine inanabilir miydi?

Ama oldu.

Peki nasıl oldu?

Devlet Bahçeli bir siyaset dehası mı?

Hayır. 

Taktisyen mi?

Değil.

O bir siyasetçi bile değil; bir devlet memuru. Partisi de bir siyasi parti değil, devletin kurumlarından bir tanesi.

Bahçeli, devlet hangi görevi verirse onu yapmakla memur.

Onu Erdoğan`ın yanına, MHP`yi de AKP`nin arkasına monte ettiler. 

****

7 Haziran`ı hatırlayalım.

AKP ilk kez iktidardan düşecekti.

Bu, Erdoğan için ölüm-kalım meselesiydi.

Çünkü 17-25 Aralık süreciydi.

Devlet Bahçeli, saatini 17.25`te durdurmuş ve 17-25`i “Yolsuzluk Haftası” ilan etmişti.

Erdoğan bir iktidardan düşmeye görsündü…

Cumhurbaşkanı bile olsa onu vatana ihanetten yargılayacak yığınla dosya vardı.

Onu kim kurtardı?

Bahçeli. 

Hem de akıllara zarar bir şekilde.

Kemal Kılıçdaroğlu ona “Gel hükümeti birlikte kuralım” dedi, bir dayak yemediği kaldı. “Gel istersen sen kur, sen başbakan ol, biz seni dışardan destekleyelim” çağrısında bulundu. Bahçeli`nin ona bir “Toni`lerle, Coni`lerle, Herkel`lerle” saldırmadığı kaldı.

Oysa ona başbakanlık teklif ediyordu Kılıçdaroğlu.

Reddetti.

Bir iki ay sonraki yenilenmiş seçimde de AKP yeniden tek başına iktidar oldu.

Şimdi siz bu kişiye normal bir politikacı diyebilir misiniz?

Sonunda Erdoğan yine kazandı ama 7 Haziran`ın Türk siyasetine en büyük armağanı AKP-MHP ittifakı oldu.

Artık “ortak varlık” anlaşması da resmen imza altına alınmıştı.

Ha, neydi Roosevelt`ın sözü: “Politikada hiçbir şey kazayla olmaz. Olmuşsa, öyle planlanmıştır.”

****

Sistem bununla kurulmuş mu oldu?

Hayır. 

Bu sadece evrelerden bir tanesiydi.

Sonra o meşum 15 Temmuz hadisesi oldu.

Bu tarih itibariyle de “yeni devlet” kurulmuş oldu.

Rejim resmen değiştirildi.

Daha önceden AKP tabanı bile bu “Türk tipi” başkanlık sistemine hayır derken, o 15 Temmuz iklimi içinde kitleler buna hazır hale geldi.

Devlet Bahçeli`nin teklifi ve teşvikiyle ucube başkanlık sistemine geçildi.

Hem Erdoğan`ın hem de derin devletin yıllardır hayalini kurduğu sistem böylece kurulmuş oldu.

Artık hukuk yoktu, sadece Saray`ın tasmalı köpeği olarak vardı.

Demokrasi yoktu.

Kuvvetler ayrılığı yoktu.

AB hedefi yoktu.

Batı`dan uzaklaşmış, yüzünü doğuya dönmüş keyfî bir otokrasi vardi.

Cumhurbaşkanlığına sahip olan devlete sahip oluyordu.

O devlet de zaten belli merkezler arasında ittifaka dayalı olarak bir güç dengesi içinde yönetilecekti.

Başlarında da geniş kitleleri peşinden sürükleyecek, halk desteğini garanti eden, karizmatik, otoriter bir lider olacaktı.

****

Sözde demokrasiden geriye bir tek meşrulaştırıcı aparat olarak sandık kalmıştı.

O da garanti altında sayılırdı.

Demokrasinin diğer elementleri olmayınca zaten otomatik olarak sandık güvenliği de olmuyordu.

Olabilecek riskler de ince oy çalma yöntemleri ile minimize edilmişti.

Bununla da yetinilmedi; Millet İttifakı da Cumhur İttifakı ile aynı söyleme getirildi.

14 Mayıs`ta terbiye edildi Kemal Kılıçdaroğlu.

Kim kazanırsa kazansın kasa kazanacaktı.

Baksanıza Kılıçdaroğlu`na yöneltilen birbirine zıt iki farklı suçlama da aslında aynı  yere çıkıyor.

Nasıl mı?

Bir görüşe göre, kurulan bu “yeni devlet”in devamı için bir kere daha Cumhur İttifakı`nın kazanması gerekiyordu.

Oysa bilinen gerekçelerle Erdoğan`ın kaybetme riski yüksekti.

Kılıçdaroğlu, kazanamayacağını bilmesine rağmen kendi adaylığını dayatarak rejime can suyu verdi.

Ekmeğine yağ sürdü.

Levent Gültekin`in yaklaşık 2 yıldır dillendirdiği bir senaryoya göre, baştan beri Erdoğan`ın önünü açan ve onu bu noktaya taşıyan bir irade vardi. 

Sıkıştığı her defasında devreye giren, onun için siyaseti dizayn eden, rakiplerini elimine eden ve muhalefeti dahi bu oyuna göre biçimlendiren bir planlayıcı vardı.

Şimdi bu son seçimde de kazanma ihtimali en zayıf olan Kılıçdaroğlu`nun aday olmasını sağlayarak Erdoğan`ı kurtarmayı planlamışlardı.

Öyle de oldu.

“Olmuşsa, öyle planlanmıştır.”

****

Bununla zıt diğer senaryo ise şöyleydi: 

Kılıçdaroğlu bir planın parçası değil, tam tersine Millet İttifakı`ndaki diğer ortaklar ile beraber tam da bu yeni sisteme savaş açmıştı. Bir araya gelişlerinin en büyük gerekçesi ve motivasyonu buydu.

“Bu ucube sistemi değiştireceğiz” diyorlardı.

Oysa bu “ucube sisteme” geçilebilmesi için ne bedeller ödenmişti…

Ne kadar uzun hazırlıklar yapılmıştı.

Kılıçdaroğlu hem rejimi değiştirmekten söz ediyor hem Kürtlerin desteğini alıyor hem KHK`lılara dönüş vaat ediyor hem de Rusya`ya cephe alıyordu.

Yani devletin geleneksel tehdit algılarını ortadan kaldıracak ve yeni stratejik ortaklıklarını hedefe oturtacak politikalar geliştiriyordu.

Bu büyük bir tehditti.

Geldik 14 Mayıs’a…

Onu sandıkla terbiye ettiler.

Sinan Oğan`ın yüzde 5,2`lik oyuna muhtaç hale getirdiler.

İçinden bir anda Ümit Özdağ çıktı. Özdağ da zaten Kılıçdaroğlu konuşurken gözlerimi kapattım, kendim konuşuyorum zannettim,” diyecekti.

Cemaate yönelik operasyonlarda da Kürt meselesinde de “stratejik, uzun vadeli ve sıfır tolerans ilkesine dayalı bir mücadele” diyen Özdağ ile Kılıçdaroğlu el sıkıştı.

Seçimi kazanırsa ona içişleri bakanlığı verecek mi vermeyecek mi tartışması dahi yapıldı.

Karanlık güç, bir “Jedi”yi daha mı içine çekiyordu?

Siyaset Bilimci Prof. Hamit Bozarslan`ın “Demokratik bir programda ısrar ederek yenilmek, o programdan vazgeçerek alınacak yenilgiden veya kazanımdan çok daha iyi olurdu,” şeklindeki sözleri buraya tekabül ediyor.

****

Bir de şu sorular cevap bekliyor: İki seçim arasında, yani 14 Mayıs ile 28 Mayıs turları arasında, Levent Göktaş ve diğer Hrant Dink cinayeti sanıklarının hepsi neden tahliye edildi?

Onları kim tahliye ettirdi?

Neden ettirdi?

Neden kimsenin sesi çıkmadı? 

Onlar bir pazarlığın kozları mıydı?

Verilen hangi sözler tutuldu da bırakıldılar?

Aynı günlerde Mehmet Ağar ve Korkut Eken`in de aralarında bulunduğu Ankara JİTEM davasında tüm sanıklar beraat etti.

Neyin bedeli ödeniyordu?

Yoksa “hiçbir şey kazayla olmuyor muydu? Olmuşsa, öyle mi planlanmıştı?”

****

Bu sorular daha epey muhatap bulamayacağı için biz kaldığımız yerden devam edelim.

Öyle bir denklem oluştu ki, her ihtimalde bu “yeni devlet” kazanıyordu.

Eğer Erdoğan kazanırsa zaten sorun yoktu.

Ağır hasta ama olsun.

Ölene kadar onu sürüklerler, sonra yeni bir aktör çıkar.

“Çoluk çocuğuna varıncaya kadar rövanş alacağız” diyen Cem Aziz Çakmak ne diyordu: “Bir insanın en zayıf olduğu zaman kendisine en çok güvendiği zamandır. Biz de kendimize çok güvendik, ondan zayıftık. Simdi ayni hatayı onlar yapıyor. Biz bir daha böyle bir rövanşta böyle bir hata yapmayız.”

Kendine aşırı güvenip de görünür olmaya, güçlü görünmeye hiç gerek yok. 

Hatta tam tersine, seni öldü bilsinler.

“Gölgede kalan izler ve gölgeleşen bizler” yani…

“Stay Behind” doktrininden gelen bir tecrübe bu.

“Gölgede kal”, “Arkada kal” ve yönet.

Soğuk Savas bitmiş olabilir, doktrinler değişmiş olabilir, şartlar değişmiş olabilir, yeni akımlar, yeni süreçler baslamış, köprünün altından çok sular akmış, yepyeni ittifaklar kurulmuş olabilir ama o tecrübe güçlü bir tecrübe.

İşte o ittifak böyle kuruldu zaten.

Putinizm de böyle kuruldu, Erdoğanizm de…

Sahnedeki “bulanıklaşma” veya “netleşme” kurguları bizi yanıltmasın.

Üst üste binen görüntüde, çehrelerden biri yavaş yavaş silikleşirken bir diğeri yavaş yavaş netleşebilir. 

Önemi yok.

Önemli olan “gölgedeki izler ve gölgeleşen bizler…”

****

Diyelim ki Kılıçdaroğlu kazansaydı…

Artık en azından 14 Mayıs sayesinde “denge ve denetleme” mekanizmaları kurulmuştu.

2015`te nasıl ki Tayyip Erdoğan ile ittifak resmîleştirilirken yanına garantör olarak MHP monte edilmişti; bu kez benzerini Millet İttifakı`nda gördük.

Ümit Özdağ, sinir uçlarını yerine oturttu.

Mesela Ahmet Zeki Üçok, Kemal Kılıçdaroğlu`na yeni bir ordu kurulması için sunum yaptı ve o da onayladı.

Bu, ne sayesinde oldu?

14 Mayıs`taki ince seçim hileleri…

Değişim isteyen yeni dip dalganın güçlenişine karşı “Yeter!” dediler, “Söz bizimdir!”

Milliyetçi dalganın, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de yükselişte olması işlerini kolaylaştırdı.

Sol da olsa sosyalist de olsa İslamcı da olsa önce devletçi ve milliyetçi olduğu sürece artık büyük sorun değil. 

“Yerli ve milli” kavramını doğuran da bu yeni paradigma.

Evrensel değerleri, özgürlükçü demokrasiyi, çoğulculuğu, azınlıkları, farklılıkları, AB`yi savunanlar o yüzden tehdit.

****

Bir 14 Mayıs`ta “Yeter, söz miletindir!” denmişti.

“Yeni devlet”in ilk büyük kaybı oydu.

Üzerinden 73 yıl geçti.

Bu kez başka bir “yeni devlet” kurulmuştu.

15 Temmuz 2016 itibariyle…

1950`de “Yeter!” diyenlerin bir bölümü ile “Yeter!” denilenlerin bir bölümü artık yeni devletti.

Ve bu yeni devlet, yine bir 14 Mayıs`ta, “Yeter, söz milletindir!” illüzyonu ile kendi gücünü dosta düşmana ilan etti.

****

Bu iki turlu seçimde sistem balans ayarını yaptı.

“Yeter, söz bizimdir!” diyen genç, dışa açık, tek adam sistemini değiştirmek isteyen, demokrasiyi özleyen, daha çok sesli, daha renkli, daha heyecanlı Türkiye yenildi.

Sözde yeni ama özde eski, statükocu, despot, hukuksuz, adaletsiz, renksiz, karanlık taraf onlara “Yeter! Kesin sesinizi!” dedi, “Söz sizin degil, bizimdir!”

“Söz devletindir!”

Yeni Erdoğan devletinindir.

“Olmuşsa, öyle planlanmıştır.” 

“Yeter, sen de plana sadık kal!”

ahmetdonmez.net\\\\\\\'e Patreon ile destek olun..
Become a patron at Patreon!

1 Yorum

CEVAP VER

Yorumlarınızı giriniz!
Buraya isminizi giriniz