“Oraya birini gönderiyorum, mutlaka Hocamızla görüştürün, çok önemli bilgileri var”

Milsoft olayı, Fethullah Gülen’in ikamet ettiği Kamp’a nasıl bağlanıyor?

Bu bölümde onu resmedeceğim.

Bank Asya, Yalçın Çevikel, Adil Öksüz ve Mehmet Sungur arasında trafik yürüten Mehmet Değerli’nin o süreçte kurduğu ilişkiler çok önemli. 

Şirketin eski sahibi İbrahim Yalçın Çevikel’in başta Eski Hava Kuvvetleri Komutanı İbrahim Fırtına olmak üzere emekli ve muvazzaf askerlerle yakınlıklarından söz etmiştim.

İşte o Çevikel ile Mehmet Değerli, o periyotta çok yakınlaşmışlardı. O kadar ki Değerli, Çevikel’in arabasını, şoförünü dahi kullanır hale gelmiş, onun hesabını kullanarak lüks alışverişler yapmaya başlamıştı.

Zamanla Çevikel, Değerli’yi kendi çevresine de sokuyor tabii.

Bunlar arasında askerler de var.

Hatta bunun çok ötesinde, bu ikilinin özel uçakla defalarca Paris’e gidip geldiği, bu uçuşların bazılarında asker kişilerin de olduğu ve birlikte sıra dışı eğlence alemlerine katıldıkları yönünde sansasyonel iddialar da dolaşıyor.

Keza Çevikel’in Değerli’yi St. Petersburg‘a, Moskova‘ya, Minsk‘e ve Paris‘e seks partilerine götürdüğü söylentileri de mevcut.

Kaynaklarım, bilginin yüzde yüz doğru olduğunu söylüyor. 

“Boşboğaz birisidir ve ulu orta hava atmaya bayılır,” denen Mehmet Değerli’nin, bunu bizzat kendisinin anlattığı yönünde de tanıklıklar var.

Yani bugünlerde Sedat Peker’in ifşa ettiği kimi özel jetler ve bu uçaklarla yolculuk yapan enteresan kişilerin hikâyeleri gibi Mehmet Değerli’nin yaptığı bu yolculuklar da incelemeye değer.

Belki onu tanımayanlar için bu iddialar çok uçuk gelecektir.

Özellikle Cemaat gönüllüsü okuyucular, eski büyük mütevellilerden Cahit Değerli gibi bir ismin oğlunun böyle bir yaşantısı olamayacağını, dolayısıyla bu iddiaların da bir iftiradan ibaret olduğunu düşünebilir.

Bir sonraki bölümde Mehmet Değerli’nin portresini sunacağım, ki o zaman bu iddiaların abartılı olmadığı görülecektir.

Zaten tanıyanlar için bunların şimdi de fevkaladeden şeyler olduğunu sanmıyorum.

****

O gece alemlerinden Kamp’a yerleşme safahatına geçiş, sanırım bir çok kişi için son derece merak uyandırıcı bir aşamadır.

Nasıl olmuştur da askerlerle yurtdışında seks partilerine katılan bir insan, daha sonra Kamp’ın VIP misafiri olmuştur?

Ve nasıl olmuştur da o misafir, bütün bir cemaati ve liderini adeta teslim almış, 1.5 yıl boyunca kedinin fare ile oynadığı gibi oynamış ve nihayet tepetaklak uçuruma sürüklemiştir?

Zaten bütün bu sürecin gelip düğümlendiği yer de burası.

O yüzden diyorum “Mehmet Değerli olmasaydı 15 Temmuz da olmazdı” diye…

Cemaat eni-konu bu mesele ile yüzleşmeden, o sebepler üzerine derinlemesine mütalaa yapmadan ve bu soruların cevaplarını dürüstçe ortaya koymadan bir arpa boyu sahici yol alamaz.  

****

Ben kendi ulaştığım bilgileri ve buna bağlı analizlerimi paylaşacağım, o ayrı.

Şöyle ki…

2014 bitip yeni bir yıl başlarken Mehmet Değerli için de yeni bir dönem başlıyordu.

Bu kez uçak onu Okyanus Ötesi’ne taşıyordu.

7 Ocak 2015…

Değerli, bu tarihte Fethullah Gülen’in ikamet ettiği Kamp’a giriş yaptı.

İlk kez gelmiyordu tabii ki…

Cahit Değerli’nin oğluydu; Gülen, onun çocukluğunu bilirdi ama bu seferki gelişi farklıydı. 

“Çok önemli bilgilere sahibim,” diyordu. 

Kara Kuvvetleri Komutanı Hulusi Akar’la düzenli olarak görüştüğünü ve ondan bazı mesajlar getirdiğini söylüyordu.

Referansı Adil Öksüz’dü. 

Hatırlayalım; Mehmet Sungur, Adil Öksüz ve Mehmet Değerli’nin Öksüz’ün evinde baş başa bir enerji ihalesi üzerine konuştuklarını anlatmıştı. Sungur, bunu bizzat gözleri ile gördüğünü dile getiriyor.

Değerli, Adil Öksüz’le görüşen ve onunla birtakım parasal ilişkilere giren biriydi.

****

İşte o Adil Öksüz, Kamp’tan birilerine ulaşmış ve “Size Mehmet Değerli’yi gönderiyorum. Onu mutlaka Hocamızla görüştürün. Çok önemli bilgiler var elinde, önemli vazifeler icra edecek,” demişti.

Güvendiği bazı isimlerden Mehmet Değerli’yi yukarıya lanse etmelerini ve ona sahip çıkmalarını istemişti.

Bunlardan biri de Cevdet Türkyolu’ydu. 

Ki zaten Değerli ile Türkyolu 1986’dan beri tanışıyor, birbirlerini seviyorlardı. Bir kaç hususta aralarına kara kedi girmiş olsa da bir hukukları vardı.

Değerli yıllardır Gülen’le de tanışıyor olsa bile bu şekilde üst seviyeden ve yüksek bir itibarla yeni bir giriş yapması önemliydi.

Anlatılanlara göre, Kamp’ta bir ‘nöbetçilik’ sistemi var. 

Her ay dönüşümlü olarak mahrem birimlerden bir yetkili Kamp’ta kalıyor ve o birimlerle Gülen arasında irtibat noktası oluyor. Önemli bilgiler, son dakika gelişmeleri o nöbetçi üzerinden Gülen’e aktarılıyor.

Cevdet Türkyolu, o günkü nöbetçiye de giderek, “Değerli bana geldi, anlattıklarına kıymet verdim, önemli şeyler söylüyor. Büyüğümüze iletin, bu arkadaşı bir dinlemeli,” minvalinde telkinlerde bulunuyor.

Değerli, Fethullah Gülen’le ilk görüşmesinde Hulusi Akar’la tanışmasını, aralarında geçen konuşmaları ve müstakbel Genelkurmay Başkanı’nın kafasındaki planları anlatıyor.

Aldığım bilgilere göre Fethullah Gülen ilk başta kendisine tereddütle bakıyor. Etrafına da “Söylediklerine temkinli yaklaşın,” diyor.

Fakat havayı değiştiren isim Adil Öksüz oluyor. Öksüz’ün referans olması ile birlikte Gülen’in de yaklaşımı değişiyor.

Değerli’ye orada bir oda verilmesini istiyor. Böylece daimi olarak yanında ikamet edecek ve anlık bilgi akışını sağlayacaktır.

Kamp’ın hemen yakınında, yine kampüse bağlı 3 katlı bir evden bir daire ayarlanıyor ona. 

****

O sırada 46 yaşında olan Mehmet Değerli, yazı dizisinin ‘Milsoft bölümlerinde’ görüldüğü üzere hiçbir işte dikiş tutturamamış, babası tarafından bile dışlanmış, piyasaya yüklü miktarda borcu olan, bu yüzden acilen büyük paralar bulması gereken, Bank Asya ile problem yaşayan işadamlarına komisyon karşılığı aracılık etmeye çalışan bir ‘tutunamayan’ o sırada.

Bir yandan ‘zengin hayatı’ yaşayan, bir yandan aç; genel olarak savruk; istikrarsız ve biraz da ‘hovarda’

Yukarıda dediğim gibi, sıra dışı portresine bir sonraki bölümde daha teferruatlı gireceğiz.

Ama belki Gülen’in neden yanı başında bir oda verilmesini isteyecek kadar ondan etkilendiği ile başlamak gerekir.

****

Tarihi yeniden hatırlayalım: 7 Ocak 2015.

17-25 Aralık operasyonları tersine çevrilmiş, hukuk güpegündüz linç edilmiş, kaba devlet gücü her yeri ele geçirmiş, Emniyet’te geniş çaplı tasfiyeler başlamış, AKP 30 Mart yerel seçimlerinden zaferle çıkmış, Tayyip Erdoğan 10 Ağustos’ta ilk turda Cumhurbaşkanı seçilmiş, HSYK seçimleri kaybedilmiş, Cemaat’in çeşitli hamleleri bertaraf edilmiş, Hareket’e yakın olduğu öne sürülen polisler tutuklanmaya başlamış, Zaman Gazetesi ve STV’ye polis baskını olmuş, Ekrem Dumanlı gözaltına alınmış, Hidayet Karaca tutuklanmış ve kurumlara kayyum atamaları başlamıştı.

‘Cadı avı’ kanırta kanırta devam ediyordu. 

Cemaat’in ana okullarına bile terör polislerince otomatik silahlarla giriliyordu.

Şiddetli bir nefret söylemi 24 saat tekrar ediyor, Fethullah Gülen’e hem meydanlarda hem de ekranlarda günaşırı hakaret ediliyor, tehditler savruluyor, ortalama bir Cemaat gönüllüsüne hayat dar ediliyordu.

Yani psikoloji ile oynanıyordu.

Ayrıca TSK’da toplu ihraçlar olacağı bilgisi de dolaşımdaydı.

Gülen’e “Askeri Şura’da 3 bin arkadaşımızı atacaklar,” deniyordu.

Zaten Gezi olaylarının hemen ardından Tayyip Erdoğan, Cemaat’in bazı ileri gelenlerine, “Devlette bir tane bile memurunuzu bırakmayacağım,” diye gözdağı vermişti.

30 Ekim 2014 tarihli meşhur MGK’da Cemaat’in topluca tasfiyesi yönünde bir karar alınmıştı. Bu toplantıda, ‘mahrem yapı’ ile sivil yapı arasında hızlı geçişkenlik yaşandığı için Cemaat’in topyekün tasfiye edilmesi gerektiği yönünde bir mutabakata varılmıştı. 

Gülen bunu biliyordu. 

Bir de üzerine TSK gibi en kıymet verdiği kurumdan yapılacak toplu ihraçlar, Hareket’in liderini iyiden iyiye etkiliyordu.

Karar alma noktası ızdırap, korku, endişe, panik, intikam isteği ve sabırsızlık gibi kuvvetli duyguların tesiri altındaydı.

Bütün bunların ötesinde belki de en önemlisi, Gülen’in bilgi kaynaklarına erişimine de ciddi darbe vurulmuştu.

Eskiden beri istihbarata çok önem veren ve açıkçası güçlü bir haber ağı da kurmuş olan Gülen (Bunu, bir dini cemaatin liderinin böyle bir ağ kurmasının legal olup olmadığı tartışmasından bağımsız, bir tespit olarak söylüyorum), artık bu beslenme kanallarından mahrum kalmaya başlamıştı.

Bırakın gelen bilgileri farkla kanallarla kontrol edip sağlamlaştırmayı, tek bir hat üzerinden trafik alma olanağı bile zora girmişti.

Emniyet İstihbarat’ta toplu tasfiyeler yaşanmıştı. O sürecin en kritik adımlarından biri buydu.

Bürokrasinin geri kalanına da bulaşıcı bir korku duygusu hakimdi.

Tasfiyeler Gülen’in gözünü, kulağını bağlamıştı.

Adeta karanlıklar içinde fenersiz kalmıştı.

****

İşte böyle bir çaresizlik ortamında “Hulusi Akar’la görüşüyorum, size anlatacak önemli şeylerim var” diyen Mehmet Değerli, dürr-ü güher gibi değerliydi.

Daha önce de altını çizdiğim gibi, aslında Mehmet Değerli, Gülen’in öyle hemen inanacağı, güveneceği biri de değildi.

Onu çok yakından tanımayan Milsoft’un ortağı İsmail Başyiğit’in bile “Çok yalan söylüyor”, “Ona sakın itimad etmeyin” dediği birine Gülen neden inanmıştı peki?

Ona neden bir oda vermişti?

Bunun üç sebebi var.

Birincisi; inanmıştı, çünkü inanmaya ihtiyacı vardı.

İnanmak istemişti.

Çünkü yukarıda özetlediğim psikoloji, en çok da onu ele geçirmişti.

Bir tahta kulübeden başlayıp bu noktalara getirdiği 40 yıllık bir yapılanmanın liste liste, duvar duvar yıkıldığını; vücudundan parça parça et koparıldığını görüyordu. 

Bu kâbusu bitirecek, devlet destekli bu fırtınayı dindirecek bir muştuya muhtaçtı.

İkinci sebep de Değerli’nin arkasında duranlardı.

Gülen bu tür durumlarda genellikle kişileri veya bilgileri başkalarına da sorarak çapraz kontroller yapardı. 

Bu özelliği çok iyi biliniyordu.

Ona göre hazırlık da yapılmıştı.

Yıllardır tanıdığı, sadakatinden şüphe etmediği, sözüne güvendiği kişilere sorduğu zaman onlar da Değerli’ye referans olunca, inanmamak için bir nedeni kalmamıştı.

Mesela kimler referans oldu Değerli’ye?

En başta Adil Öksüz… Zaten onu Kamp’a gönderen oydu.

Onun haricinde, Öksüz’ün eniştesi ve ‘başmolla’ hüviyetinde olan Cemal Türk‘ün de Değerli’yi uzun süredir tanıdığı ve kendisine ihtimam gösterdiği anlatılıyor.

İddialara göre Mustafa Özcan da Cevdet Türkyolu da ‘Sezai’ müstear isimli İsmail Kokuroğlu da referans olmuştu. Bu ekibe yakın başkaları da oldu.

Size şöyle bir örnek vereyim; Kokuroğlu’nun yakın arkadaşlarından ve Gülen’in eski mollalarından Süleyman Sargın, 15 Temmuz’dan sonraları bile Mehmet Değerli’ye toz kondurmuyor, onun Cemaat içinden büyük bir iftiraya maruz kaldığını anlatıyordu.

Bu görüşlerini ancak Mehmet Değerli ismi ayyuka çıktıktan ve yaptıkları herkesçe duyulmaya başlandıktan sonra değiştirdi. Ya da değiştirmek zorunda kaldı.

Haliyle Değerli etrafındaki bu halelenme, Gülen’in kararlarını da etkiledi.

O, bu isimlerin bir ekip olarak hareket ettiğini düşünmüyordu çünkü. 30-40 yıldır tanıdığı, sadakatinden şüphe etmediği ve kendi aralarında da birbirinden bağımsız hareket eden arkadaşlar olarak görüyordu onları.

Üçüncü faktör de Değerli’nin babası Cahit Bey’e duyduğu kadim muhabbet ve itimattı

Mehmet’in de çocukluğunu biliyordu.

En kötü ne olabilirdi ki?

En kötü ne olabilirdi?

****

En kötünün de kötüsü olacaktı oysa…

Olabileceklerin en kötüsü olacaktı.

Sonuç olarak bu üç faktör bir araya geldiğinde Gülen, bir şekilde Mehmet Değerli’ye güvenmişti.

Değerli’nin Hulusi Akar’dan ona getirdiği ilk mesaj, AKP’nin Cemaat’e yakın kurum ve şahısların mallarına çökeceği bilgisiydi.

Hulusi Paşa, AKP’yi kastederek, “Bunların niyeti kötü, gözleri mülklerinizde. Şahıslar üzerine olan mal ve mülklerinizi hemen satın,” demişti.

Daha doğrusu Mehmet Değerli böyle söylüyordu.

Bu, o sırada Cemaat içinde tartışmalara yol açtı. Bazıları buradan birilerinin rant elde etmeye çalıştığını, Cemaatin gayri menkullerini ucuza kapatmak isteyen birilerinin Değerli’yi konuşturduğunu düşündü.

Tartışmanın çıkış noktası ise şuydu: Bu mesajlar gerçekten de Hulusi Akar’dan mı gelmekteydi?

İşte en büyük soru da buydu zaten.

Halen cevabı verilememiş büyük bir muamma…

Mehmet Değerli, Kamp’tan ayrılacağı 21 Haziran 2016 tarihine kadarki bir buçuk yıl boyunca Akar’dan sayısız mesaj ve mektup taşıyacak; bunlara dayanarak önemli kararlar alınacak ama gönderenin gerçekten Hulusi Akar olup olmadığı hep tartışma konusu olacaktır.

Bugün bile…

Tartışma derken, Gülen nezdinde değil tabii.

Çünkü Gülen, muhatabının gerçekten de Hulusi Akar olduğuna inanmıştı. Veya inandırılmıştı.

****

Bu tartışmayı yapanlar kimdi öyleyse?

Önceleri kapıların dışında, kendi aralarında bunu dillendiren ama Gülen’e bir şey demeye cesaret edemeyen abiler, imamlar veya talebeler…

Onlar Mehmet Değerli’nin bir sahtekar olduğunu, aslında Hulusi Akar ile tanışmadığını, görüşmediğini ama sanki ondan geliyormuş gibi bilgiler taşıyarak Hocalarını manipüle ettiğini düşünüyorlardı.

Çok sonraları bunu doğrudan Gülen’e taşıdıklarında da hayalkırıklığı yaşayacaklardı. Çünkü Hocaları tercihini hep Değerli’den yana kullanacaktı.

Son ana kadar…

Neden? Yukarıda da değindiğim gibi, çünkü öyle olmasını istiyordu. Değerli’nin söylediklerinin doğru olmasını istiyordu.

****

Bu öylesine absürd bir tartışma ki, bu bir buçuk yıllık süre zarfında Mehmet Değerli’nin Gülen’i telefonda Hulusi Akar ile görüştürdüğünü söyleyen de var, o kişinin aslında gerçekte Hulusi Akar olmadığını, kendine Hulusi Akar süsü veren başka biri olduğunu söyleyen de…

Bunların hepsi de yıllarca Gülen’in yakın çevresinde olmuş veya halen yakınında olan insanlar…

Zaten dikkat ederseniz Cemaat’le ilgili en büyük handikaplardan birisi burada yatıyor.

Ortalık yerde, inanılması güç, dudak uçuklatıcı, milyonların hayatını etkileyecek evsafta dinamit lokumu gibi iddialar dolaşıyor ama bütün bunlar adeta bulutsu bir yapı içerisinde sabun köpüğü gibi kaybolup gidiyor.

Ne bunlara açıklık getiren var ne doğrusunu söyleyen ne de kitleler karşısına çıkıp dürüstçe açıklama yapan…

****

Netice itibariyle ortada iki ayrı iddia var.

Ya Hulusi Akar, Fethullah Gülen’le doğrudan ve dolaylı olarak çeşitli görüşmeler yapmış ve Cemaat’i 15 Temmuz tuzağının içine çekmişti ya da başka birileri Akar’ın adını kullanarak tamamen düzmece bir senaryo ile Fethullah Gülen’i oyuna getirmişti.

Genel görüş, ikincisinden yana.

Hatırlayalım, Fethullah Gülen, yazı dizisinin 3. bölümde ne diyordu: “Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar’ın uzun zamandır bir darbe hazırlığı içinde olduğunu, buna matuf ciddi çalışmalar yaptığını duyuyordum. Uzun yıllardır tanıdığım bir esnaf arkadaşımın iş adamı olan oğlu buraya geldiğinde bana, İbrahim diye bir işadamı arkadaşından bahsetti. Dediğine göre bu İbrahim isimli şahıs Hulusi Akar’la ilişkileri çok iyi olan, ona ‘baba’ diyecek kadar yakın olan birisiymiş. İşte o İbrahim bizim buradaki arkadaşına Hulusi Akar’ın ilk günden beri darbe niyeti olduğunu ve bunu mutlaka gerçekleştireceğini söylüyordu. Bu söylentilerin tesirinde kalıp o gece gerçekten emir komuta içinde bir darbe yapıldığını sanan bazıları da o teşebbüse iştirak etmiş olabilir.”

Yani Gülen’in kendisi de Değerli’nin Hulusi Akar’la görüşmediğini biliyor.

Ama bugün için biliyor. 15 Temmuz’dan sonra sahip olduğu bir ‘bilgi’ bu. Yani iş işten geçtikten sonra…

Öncesinde böyle düşünmüyordu.

Cemaat’i bu badireden kurtaracak bir formüle öylesine fokuslanmış, neticeye öylesine kilitlenmişti ki adeta basireti bağlanmış gibiydi…

Bunları ilerleyen bölümlerde somut örnekleri ile anlatacağım.

****

Mehmet Değerli ve çevresi Hulusi Akar için ‘Kâhtani’ bile diyordu. Risale-i Nur’larda geçen Hulusi-i Sâni’nin o olduğunu söylüyorlardı. (Bunlarla ilgili daha detaylı bilgi için 20 Ekim 2020 tarihli ‘Cemaat Hulusi Akar’a nasıl bu kadar inandı? (1)’ başlıklı yazıma bakabilirsiniz)

“Hocam, Hulusi Paşa emirlerinizi bekliyor,” diyorlardı.

Kod adı ‘Halis’ti Paşa’nın.

Mehmet Değerli’nin, Kamp’ta açık açık “Bu işin sahibi Halis olacak” diye konuştuğu rivayetleri çok yaygın.

Gülen’e de “Hocam size selam ve hürmetlerini iletiyor. ‘Merak etmeyin, ben size zarar verdirmeyeceğim’ diyor. ‘Yıllardır ben Hocamın vaazlarını dinliyorum’ diyor, sizin vaazlarınızı dinleyince ağlıyor,” gibi sözlerle yaklaşıyor.

İknanın inşası böyle böyle devam ediyor.

Mesela bir başka çarpıcı iddiaya göre Gülen’e, Hulusi Akar’ın üniforması diyerek bir üniforma da getirmişti Mehmet Değerli.

Böylece ‘Halis Abi’, “bağlılığının nişanesi olarak bu sembolik armağanın kabulünü rica etmişti Hocaefendi’den”.

Peki bu doğru muydu?

Böyle bir üniformanın varlığı net.

Fakat gerçekten Akar’dan gelip gelmediği veya Akar’ın üniforması olup olmadığı muamma.

Çok büyük ihtimalle bu da ‘fake’ti.

Çünkü Hulusi Akar ayarında ve o sırada kuvvet komutanlığı makamında bir askerin böylesine iz bırakacak bir hata yapması beklenemez.

Ya da oyun, zannedilenden çok çok çok daha büyük.

****

Ama nihayetinde bunlar Gülen’in inancını artıran, şüphelerini ortadan kaldıran faktörler oldu.

Değerli’ye karşı güveni zamanla daha da arttı.

Çünkü sadece üniforma değil, bazı kritik bilgiler de getiriyor ve bunlar doğru çıkıyordu.

Br tek Hulusi Akar’dan geldiği söylenen bilgiler değil bunlar; onun dışında başka kaynaklardan iletilenler de vardı.

Yani birileri Mehmet Değerli’yi besliyordu. Ona birtakım kripto bilgiler akıtılıyordu. O da bunları Gülen’e aktarıp güvenini kazanıyordu.

Kısa süre içerisinde yeri sağlamlaştı.

İddialara göre Değerli’nin iki türlü bilgi kaynağı vardı.

Birincisi; Adil Öksüz ve bazı mahrem imamlar.

İkincisi; Yalçın Çevikel üzerinden irtibat kurduğu veya kendisinin bağlantı içinde olduğu Hulusi Akar’a yakın bazı askerler ya da sivil çevreler…

Peki Adil Öksüz ile bu çevreler arasında da bir bağ ya da bağlantı var mıydı?

Göreceğiz.

-DEVAM EDECEK-

ahmetdonmez.net\\\\\\\'e Patreon ile destek olun..
Become a patron at Patreon!

5 YORUMLAR

  1. Burada Hulusi Akar’ın söylem ve davranışlarının askerler tarafından nasıl müşahede edildiği önemli bir kanıt/işaret olabilir. Mart 2016 Eskişehir havacıların Vatan tatbikatında yaptığı konuşma.

  2. Arkadaşım yazı gereksiz uzun ve iddialara sağlam delil, şahit vs. yok 🙁
    Emeğin için teşekkürler ama zamanına yazık.

  3. Yani delil sunsan da bulanıklığı ortadan kaldırsan mesela? Yazdıkların 15 temmuz filminin tersi senaryosundan öteye geçmiyor. Bahsi geçen kişi gerçekte uçakla rusyaya filan gitmediyse iftira olmuş oluyor. Aynı kalemden yazacak olursak Sn. Ahmet Dönmez’in tayyib’in adamı olduğuyla ilgili sağlam kanıtlar var, gibi.

  4. Merhabalar,
    Hem buradaki yazılarınızı hem de twitter adresinizi düzenli takip eden biri olarak bugün itibari ile takibinizi bırakıyorum. Normalde twitter adresim bile yok ama düzenli bir kaç kişiyi istikametli fikirlerinden dolayı takip ediyorum.
    Bugün twitter’da ‘Desteği fazlasıyla hak ediyor dediğiniz’ birisinin twitter adresine bir göz attım. Tam anlamıyla facia bir hesap, benim bakış açımdan. Yurtdisinda bulunup Türkiye’deki normal bir insanı bile kışkırtabilecek ve daha azgın bir hale gelmesini sağlayabilen ve sağlamış bir hesap. Bu tarz hesaplar sayesinde cemaat nefreti bitmiyor ve bitmeyecek. Ve bu nefret için de sonuna kadar haklılar. Olan Tr’de kalan masum veya suçlu insanlara oluyor.
    Siz de bu tarz bir hesaba destek vermek te bir mahzur görmemişsiniz. Kendi tercihiniz.
    Mvh,
    Ahmet

  5. Bylock hakkındaki fikirlerim:

    TEMEL YAZILIM:
    Cemaat, mensupları arasında rahatça iletişim yapabilmek için önceleri piyasada var olan programları kullanır. Ancak bu programların hepsinde mahzurlar ortaya çıkar. Ya MİT kırabilmektedir yahut başka istihbarat örgütlerinin dinleme ihtimali vardır veya teknik özellikleri istedikleri şekilde değiştirilememektedir. Bu nedenle mahrem birimlerince kullanılmak üzere Cemaat kendisi bir yazılım geliştirmeye karar verir. Bu noktada iki yoldan birisini seçmek durumundalar. Piyasadan daha önceden geliştirilmiş bir program lisanlayıp bunun üzerinde değişim yapabilirler. Başkasının programına dayalı olunca hukuki bir sorun çıktığında hem cevap vermeyi kolaylaştırır hem de yazılım geliştirme sürecini kısaltacaktır. Dezavantajı ise başkasının mimarisini kullanan bilişimciler çok iyi iş yapamaz. “Nasıl olsa istenen işi yapan bir program var işte” diyerek geliştirmeyi çok da ciddiye almayabilirler. Diğer yol ise herşeyi baştan yazmaktır. Bu ise daha zahmetli, daha maliyetli ve daha uzun zaman alacaktır. Öyle ya da böyle bylock yazılımı ortaya çıkar.

    Yalnız bu noktada altı çizilmesi gereken husus geliştirme işinin neden Atalay Candelen profilindeki birisine verildiğidir. Aşağıda yazacağım bilgilerle beraber düşünüldüğünde bunun hainlik dışında makul bir açıklamasını ben yapamadım. Geliştirme işini Atalay’a havale eden kişi/ekip haindir. Atalay’ın kendisi de haindir.

    SUNUCULAR NEDEN GEREKTİĞİNDEN FAZLA BİLGİ TUTUYOR
    Nihayetinde öyle veya böyle bylock çıkmıştır ama sunucuların neden gerektiğinden daha fazla log/kayıt tuttuğunu açıklamak çok zor. Ya orijinal alttaki platform öyle tutuyordu değiştirmeye gerek görmediler ya da bu mesajlar elimizde olsun belki ileride ihtiyacımız olabilir düşüncesinde olabilirler. Yani “nasıl olsa şifreli tutuluyor ne mahsuru olabilir’ mantığının yansımasıdır. Nihayetinde Cemaatin her türlü bilgiyi depolamak gibi bir hastalığı var. Diğer bir açıklama ise daha bu safhada bile MİT’in içeride adamları olduğu ve bu yönde karar alınmasını sağladığı.

    SUNUCULARIN TAŞINMASI
    Ortaya çıkan bylock programı kullanılmaya başlar. Sonra bir sebeple sunucuların Almanya’dan Litvanya’ya taşınması kararı alınır. İşte bu adıma hiç de iyi bakamıyorum. 1) Türk hükümetinin Almanya ile sıkı ilişkileri olduğu için Almanya’dan bilgi alabilir diye düşünmüş olabilirler. 2) Almanya’da çok fazla Türk olduğu için bir şekilde bilgilerin sızdırılma ihtimali daha fazla diye düşünmüş olabilirler. 3) Ama en olası açıklama bu noktada menfi niyetli birisinin devreye girdiği ve değişik sebepler öne sürerek sunucuların Litvanya’ya taşınmasının daha güvenli olacağı konusunda ikna etmesi. Genelde Litvanya gibi ülkelerdeki sunucu hizmetleri fiyat/performans açısından daha iyi olabiliyorlar (en azından daha ucuzdur). Bu durumu öne sürerek Litvanya’ya taşıtılmış olabileceğini iddia edebileceğim ama bir kaç yüz dolarlık tasarruftan bahsediyoruz. Bunu makul bulmak çok zor. Eğer 3. seçenek doğru ise bu MİT angajmanlı kişinin görece yakın bir geçmişte MİT tarafından kazanıldığı ihtimaline yoğunlaşırım. Atalay’ın şirketinde kamudan tasfiye edilmiş cemaat elemanları çalışıyorsa MİT için bu bilişimciler çok iyi bir hedef olabilirler. Sonuçta Cemaat yüzünden belki onlarca sene çalıştığı işinden olan bu kişiler kızgınlıkla nelere mal olacağını pek hesap edemeden MİT’in tuzaklarına düşebilirler.

    Aslına bakılırsa dünyanın neresinde olursa olsun, ne kadar güvenli olursa olsun, sunuculara sızılabilir. Sonuçta Pentagon gibi süper güvenli olması beklenen yerlerde bile geçmişte sızma olayları oldu. Bu nedenle esas olan sunucularda en az miktarda kayıt tutmak ve bu kayıtların şifreli olarak tutulmasıdır. Kişisel şifreler bile şifrelenir (clear text olarak tutulmaz). Doğru şifre girildiğinde aynı “hash” değerini vereceği için her verinin şifreli tutulduğu ortamda dahi sistem çalışır. Bu ilkelere genel olarak uyulmamış. Yine de Litvanya’ya taşınmasa MIT sanırım bu verilere kolay kolay ulaşamazdı. Zira Alman firmalarının güvenlik duvarları daha iyidir. Ayrıca veritabanını (operasyon yaparak veya para vererek) fiziksel olarak alıp getirme ihtimali nerede ise yoktur. Bana üç beş milyon dolar verin, size Litvanya’dan herşeyi getireyim. Litvanya’ya taşınmasını öneren kişi iyi niyetli değil gibi.

    Ayrıca şifreleme olarak şu ana kadar kırıldığı kanıtlanamayan 3DES (bankacılık sisteminde kullanılan şifresi) ile önce şifrelenip, sonra üzerine kendi şifrelemenizi çok rahatlıkla yapabilirdiniz. Yani iki seviye güvenlik sağlanmış olabilirdi. Görece zayıf şifreleme kullanmaları da pek iyiye işaret değil. Gerçi içeriklerin ortaya çıkmasında daha büyük sorun kişisel şifrelerin kötü olması gözüküyor. Ailenizden birinin ismi ve üç/dört rakamdan oluşan ve bunları birbirine yamayan “!.+-” gibi özel karakterlerden oluşan bir şifre rahatlıkla kırılabilir. Programı yapanlar çok güvenli olmayan hiçbir şifreye izin vermemeleri gerekiyordu. Kısaca hem gerektiğinden çok daha data fazla tutulması hemde zayıf şifreleme kullanılması bir art niyet göstergesi bence. Bu noktada geliştirmeyi yapanın Atalay’a bir soru işareti koymak gerekiyor. Veya Atalay’in takımı içinde çalışan saygın bir yazılımcı MİT’in direktifleri doğrultusunda böyle yanlış kararların alınmasını sağlamış.

    MİT’İN HABERDAR OLMASI
    MİT yapı içerisindeki ajanları vasıtasıyla böyle bir haberleşme aracından haberi olur ve bunu hackleyecek programları/firmaları satın alarak tüm verileri indirir. Bir zaman sonra Cemaat elemanları hack edildiklerini anlarlar. Cemaatin hack edildiklerini nasıl anladığı da bir muamma. Bu noktaya sonra döneceğiz. Sonra iki senaryo ortaya çıkıyor:

    SENARYO-1: İŞ BİLMEZLİK VE CIDDIYETSIZLIK
    Bu noktada yapılması gereken hemen Türkiye’de çok kullanılan bir kaç programı satın alıp, sunucularını Litvanya’ya taşımak olmalıydı. Mesela oyun programları, kelimelik gibi programlar, bahis programları, iddiaa vs gibi programlar olabilir. Veya kısa zamanda Türkiye’de kullanılma potansiyeli yüksek programlar yazıp bunu online reklamlar/mali teşvikler ile tüm Türkiye’ye açmak idi. Elbette bunların da sunucuları aynı IP’lere sahip olup Litvanya’da tutulacaktı. Cemaat tabanına yaymaya hiç gerek yoktu. Zaten bir kaç çok kullanılan program alsanız veya agresif olarak reklamlarını yaptığınız (ilk yüzbin kullanıcıya çekilişte VW Passat verilecek vs.) programlar geliştirseniz zaten cemaat dışından bir kaç ay içinde yüzbinlerce indirim sayılarını bulurdu. Cemaat tabanı da hiç bulaştırılmamış olurdu. Çok sonraları Mor Beyin bu stratejiyi bir miktar izleyecekti ama çok geç ve çok az olarak (too little, too late)

    Cemaat yöneticileri, yukarıdaki strateji yerine cemaat tabanına yayarak bu soruşturmaları sulandırmak isterler. Tüm tabana yayıldığında mahrem ve diğerleri karışacağı için ve hükümetin yüzbinlerce kişiye dava açamayacağını düşünmektedirler. Atladıkları nokta ise RTE’nin ne kadar acımasız ne kadar gaddar olduğudur. RTE, mahrem, taban ayırımı yapmayacak, ne şekilde olursa olsun, bylock bulaştırılan herkesin canını okuyacaktır. Yani, RTE’nin normal hukuk prensipleri içinde hareket edeceğini düşünmüşlerdir. Zira normal hukukta şifreli bir program kullanma kendi başına zaten suç olamaz.

    SENARYO-2: HAİNLİK
    Benim yukarıdaki önerdiğim (cemaat tabanını bulaştırmayan alternatif) strateji 5 dakikalık bir düşünce ürünü. Uzmanlığı bu işler olan kişiler bu mesele üzerine bir kaç gün düşünseler eminim çok daha iyi çözümler üretebilirlerdi. Onun yerine tabana yayalım stratejisi seçilmiş. İşte bu nedenle sanki birileri Cemaati bu yönde yönlendirmiş gibi geliyor. Yani tabana yaymaktan daha iyi çözümleri düşünmek çok zor olmamasına rağmen neden tabana yaymak çözümü seçilmiş? Diğer çözümleri görmemeleri mümkün mü? Hainlik senoryosuna diğer bir destek ise Cemaatin sunuculara girildiğini nasıl tespit ettiğidir (yukarıda bahsetmiştim). Zira ilk girildiği anda tespit edememişlerse daha sonradan tespit etmeleri zor. Tespit etseler bile ne kadar süre ile MİT’in buralara girebildiğini ve neleri kopyalamış olduğunu bilemeyeceklerdir. En önemlisi ise tabana yayma çözümü aslında mahremleri kurtaran bir çözüm de değildir. Zira MİT, eğer tüm veri dosyasını indirdi ise, ki beklenen ve söylenen odur, belli bir tarihten önce giren herkesi mahrem kabul edebilir. Tabanın sonradan buraya eklenmesinin çok da bir yararı yok.

    Aslında burada MİT diye isimlendirdiğim hainlik cemaat hususilerinin bir kanadı da olabilir. Diğer kanadı tasfiye etmek, başarısız kılmak gibi gerekçelerle bu yola itmiş veya içeriden MİT ile çalışmış da olabilirler. Bu nedenle MİT dediğim her yeri MİT/Cemaat Hususilerinin bir klik şeklinde değerlendirmekte yarar var.

    APPSTORE’A KOYMAK
    Bir şekilde tabana yaymak kararı alınınca bir sonraki adım doğal olarak AppStore’a koymak. Yurt dışından yapılırsa bu pek çok açıdan daha iyi olur diye düşünmüş olmalılar. Mantıklı bir adim. Yurt dışı birimlerine “birilerini bulun, bu programı AppStore’lara koydurun” demişlerdir. Program şifreleme yaptığı için aslında kimin koyduğunun çok da bir önemi yok diye düşünebilirsiniz ama bu doğru değil. Zira AppStore’a koyan kişi sadece kredi kartı bilgilerini vermiyor, tüm şifrelere de sahip. Bu şifreler ile sunuculara ulaşıp kayıtları incelemesi veya başkasına aktarması mümkündür. Yani hangi IP’den ne zaman girilmiş, ki bunları zaten linux sunucular otomatik olarak tutarlar, sunucu hesabını oluşturan kişinin elinin altındadır. Bu IP bilgilerini gören kişinin çok güvenilir birisi olması lazım ve IP kayıtlarının çok sık olarak siliniyor olması gerekiyordu. Bu iş de belli ki Atalay Candelen’e havale edilmiş, o da bazı konularda kendini riske atmamak için, Keynes’i kullanmış. Atalay Candelen seçimi hiçbir şekilde iyi niyetle açıklanamaz. Bunu yapan kişi haindir. Zira “IP bilgilerini çok önemli görmemişlerdir. Nasıl olsa kimse IP’den kişi bilgisine gidemez. Önemli olan mesajlarının şifreli olarak gönderilmesi ve saklanması” diye düşündüler diyeceğim ama bu konudan azıcık anlayanlar bile Türkiye’de (ve diğer ülkelerde) IP bilgisinin daima tutulduğunu bilir. Cemaatin bilişim uzmanlarının bunu bilmeme ihtimali sıfıra yakın. Yani Cemaat bu log kayıtlarından kişi bilgilerine gidileceğini biliyordu ve Atalay/Keynes ikilisinin bu logları görebileceklerini biliyorlardı ve buna rağmen bu işi onlara havale ettiler. Kusura bakmayın, bu konuda iyi düşünmek için hiçbir sebep kalmıyor.

    Bütün bunların üzerine Keynes’in söylediği başka istihbarat örgütlerinin de Atalay’ın hain olduğunu düşündüğü bilgisi eklenince en olası senaryo bu gözüküyor. Bence böyle oldu. Bu arada özel bir bilgim yok, bilinenleri mantıklı bir şekilde birleştirmeye çalışıyorum.

    ALTERNATIF APTALLIK SENARYOSU:
    Şöyle bir senaryoda mümkün. Burada bir hain yok ama en az hainlik kadar acı iş bilmezlik, ciddiyetsizlik ve yanlış kararlar vardır. Cemaat programını yazmaya karar verir. Cemaat bilişimcileri aslında data güvenliği konusunda çok da expert değillerdir. Bir çekirdek program geliştirip Atalay’in firmasına verirler. Atalay, Cemaat açısından güvenirliğini ispatlamıştır, zira MHP’lilerin kasetini sunuma süren O’dur. Cemaat açısından Atalay’ın Cuma namazı kılmamasi gibu hususların bir önemi yoktur. Önemli olan verilen işi yapıp yapamadığıdır ve bu konuda kendini geçmişte kanıtlamıştır. Atalay’in yazılımcıları işi çok ciddiye almadıkları için sunucuda pek çok gereksiz bilgi vardır, ama bu çok önemli değildir zira sunucudaki bu ekstra bilgileri sadece Atalay ve yazılımcıların gördüğü düşünülmektedir. Yani, MİT’in sunuculara gireceğine ihtimal verilmemektedir. Bu durumda ekstra bilgilerin çok da bir zararı yoktur. Yine aynı sebeple loglar muntazam aralıklarla silinmemektedir. “Litvanya’daki sunucuya kim sızacak kardeşim” düşüncesiyle her gün her gün sisteme girerek loglari silmeye birileri üşenmiş olmalı. MİT bu yazılımdan haberdar olur zira kendisine bylock verilen mahrem imamlardan biri MİT’e konuşmaktadır. MİT bu sayede bylock’un sunucu IP numarasını öğrenir zira program çalışınca belli bir IP numarasına bağlanmaya çalışacaktır. Bu IP numarasının Litvanya’da servis sağlayan bir şirket olduğunu keşfeder. Aslında Almanya’da redirection/yönlendirme yapan bir proxy sunucusu bile bırakılsa idi bu bile önemli bir güvenlik sağlayacaktır. Yani, sistemi dizayn edenler güvenlik konusuna aslına bakarsanız çok da önem vermemişler. Sadece mesajı iletsin ve şifreli çalışsın şeklinde bir anlayış hakim gibi. Bu şekliyle MİT’deki herhangi bir yazılımcı bile Litvanya sunucularına ulaşabilir ama MIT sızma yapacak teknik birikime sahip değildir. Keseyi açar ve sızma konusuna tecrübeli bir hacker firma tutar. Bu firma sunucuya sızar ve zaten linux sunucular tarafından otomatik olarak tutulan “gelen IP numarası” gibi basit kayıtları alırlar. Aslında bu bilgi bile kimin bylock kullandığını göstermeye yeterlidir. Her gün sızarak o gün kimler girmiş kayıtlarını alırlar. Ayrıca programa ait diğer veritabanlarını da çekerler (mesajlar, mektuplar, IP numaraları, kullanıcı hesapları filan). Cemaat bir şekilde bu sızma işleminden haberdar olur. Aslında yapılabilecek teknik çözümler vardır ama aklı hep “işi sulandırmaya” çalışan Cemaat yönetici kadrosu bunu tabana yayarsak mahrem, taban karışır, kimin ne olduğunu ayırt edemezler ve yuzbinlere soruşturma açamayacaklarına göre biz de kurtuluruz diye düşünmüş olmalılar. Sonra bylock AppStore’a konularak herkesin kullanımına açılır. Bu arada mahremler kullanmayı keserler. MIT’in sızdığını Cemaatin anladiginin anlaşılmaması için sanki hiçbir şey olmamış gibi sunucuları çalıştırmaya devam ederler. İşte diğer bir senaryo da bu. Bu senaryo hala sunucuların neden Litvanya’ya taşındığını açıklayamıyor.

CEVAP VER

Yorumlarınızı giriniz!
Buraya isminizi giriniz